28.4.16

EGD_Yenilenebilir Enerjiye Medyanın Bakışı-Yılmaz Parlar


PARLAR MEDYA  
Yenilenebilir Enerjiye Medyanın Bakışı

YENİLEBİLİR ENERJİDE MEDYA GÖRÜŞÜ

 İstanbul Fuar Merkezi'nde 27-29 Nisan 2016 tarihlerinde gerçekleşen,
Uluslararası Enerji ve Çevre Fuarı kapsamında, Moderatörlüğünü, Yeni Arayışlar Girişimi Derneği (YAPDER)  ve Ekonomi Gazeteciler Derneği EGD Başkanı Celal Toprak'ın yaptığı, teması “Yenilenebilir Enerjiye Medyanın Bakışı”  olan panel düzenlendi. TV ve Radyo program yapımcıcı Mehmet Gözcü Koordinatörlüğünde, Yeni Arayışlar Girişimi Derneği (YAPDER)’in desteğiyle düzenlenen hiperaktif geçen oturumun panelistleri; EKOIQ de editör Barış Doğru, Para dergisi Erkan Kızılocak, gazeteekonomi.com Murat Gülderen, AA Hasan Arslan, Hürriyet Serkan Ocak gibi isimlerdi.



Yaptığı Tv Programları ile Çevreyle ilgili farkındalığı artıran ve gerek EGD ve  gerekse YAPDER derneklerin Başkanı olarak geleneksel kurultay, çalıştay, konferans, seminer gibi etkinlere imza atan Celal Toprak medya ilgisini olumlu görürken panelistlerin bir kaçı ve katılımcıların bir kısmı tatminkar göremediklerini ifade ettiler.

Tüm enerjilerin rakamsal kapasiteleri belirtilerek masaya yatırıldı. Yenilebilir enerji ve fosil kaynaklı enerjilerin olumlu olumsuzları, tartışıldı.. Nükleer enerjiden elektrik üretilmesi yönünde Devlet tarafından yapılmakta olan çalışmaların ne derece toplum yararına olduğunu, toplum yararı ile çakışan ve çatışan taraflarını ortaya koyan yapılmış bir çalışmanın halka verilmediği karar halka düşerken devletin karar alması, nükleer santrallerde önemli bir arıza olduğu zaman, bu arızanın olumsuz sonuçlarının o nükleer santralin topluma o güne kadar sağladığı yararların kat be kat üzerinde olduğu ve toplum üzerinde onarılamaz acı ve zarar, kapalı olarak ifade edilmeye çalışıldı.

Doğal kaynakların rasyonel kullanımı, maliyet, arz talep açısından gerekliliği, yer seçimi, teknik gereklilikler ve benzeri tüm yanları, rüzgar türbinleri ile gerçekleşen aktif rüzgar sistemlerinden enerji elde edilmesi, ana kaynağı güneş olan güneş enerji  konular dile getirildi. 

Medyanın halkı ve STKları bilinçlendirmesiyle bazı kanunların rafda kalmaları sağlandığı yönde medya ilgisinin farkındalığı artırdığı yönünde konuşmaların yönü değişti.

Enerji, özellikle de elektrik enerjisi, insan yaşamında tartışılmaz önceliğe sahiptir. Enerjisiz bir yaşam, günümüz koşullarında  mümkün olmadığı gerçeğiyle, gelişen teknoloji ve artan enerji açığı tüm ülkelerde olduğu gibi ülkemizde de yeni enerji kaynaklarına yönelmemizi alternatiflerin üretilmesini gerekliğini ortaya koymuştur.  

Yeryüzünde fosil yakıtların neden olduğu sera gazlarının küresel ısınma ve iklim değişiklerine yol açması, diğer yandan nükleer enerji kaynaklarının toplumsal, çevresel ve ekonomik açıdan oldukça maliyetli olması, ülkelerin öz kaynaklarını daha etkin biçimde kullanımının önemini artırmıştır.

Elbetde gerçek olan, Dünyada nüfus artışı, kentleşme, olguları, sanayileşme ve küreselleşme sonucu artan ticaret olanakları enerjiye ve doğal kaynaklara olan talebi artırmıştır. Bu yüzden enerji kaynaklarının tüketicilere yeterli, kaliteli, düşük maliyetli, güvenli bir şekilde ve çevre konusunda da azami ölçüde duyarlılık gösterilerek sunulması gerekmektedir.



Yine diğer bir gerçek şu ki; Enerji sektörü, ülkelerin kalkınma politikaları içinde hayati önem taşıyan stratejik bir alan niteliğinde olması, ve fosil yakıtların hızla tükenir olması, alternatif enerji kaynaklarının artan talebi karşılayacak ticari olgunluğa henüz erişememiş olması, artan enerji fiyatları ve küresel ısınma gibi sorunların da ortaya çıkması, kaygıları beraberinde getiriyor.

Fosil yakıt kaynaklarının sınırlı olması, çevresel problemlere neden olması ve ülkeleri dışa bağımlı kılmaları gibi bazı etkenler Türkiye’de yenilenebilir enerji kaynaklarına olan ilgiyi ve talebi artırmaktadır.

Sürdürülebilir bir gelecek için yeni fikirlere ve eylem programlarına ihtiyaç vardır. Enerjiye ucuz, güvenilir, kaliteli, yeterli ve sürdürülebilir şekilde erişim en temel insan hakkıdır. Dünya ölçeğinde enerji sorununun çözümü için işbirliğinin artması ve
çözümler geliştirilmesi için kamuya açılan pencere medyaya çok iş düşüyor. Bu açıdan EGD Başkanı Celal Toprak nezdinde yürütülen etkinlik model ve örnek olmalı.

yilmazparlar@yahoo.com



24.4.16

TASAM GLOBAL DİPLOMASİ ZİRVESİ-YILMAZ PARLAR


PARLAR MEDYA  
TASAM GLOBAL DİPLOMASİ ZİRVESİ

GLOBAL DİPLOMASİ ZİRVESİ

TASAM 20 - 22 Nisan 2016, Pullman İstanbul Otelde Global Diplomasi zirvesi düzenledi.


Zirve öncesi, Türk Asya Stratejik Araştırmalar Merkezi TASAM tarafından Stratejik Vizyon Ödülleri verildi.


Ödüller Stratejik Vizyon Sahibi Devlet Adamı, Siyasetçi, Bürokrat, Bilim İnsanı, Kurum, İş Adamı, Sanatçı ve Gazeteci-Yazar olmak üzere sekiz kategoride verildi.

 TASAM Başkanı Süleyman ŞENSOY yaptığı açıklamada; “Stratejik Vizyon Ödülleri” ile, Türkiye’nin saygın konumunun “Güç ve Adalet” temelinde muasır medeniyet seviyesinin üzerine yükselmesi için farklı fikirleri, uygulamaları ve bilimsel yaklaşımları ile ülkemizin stratejik vizyonunu temsil eden devlet adamları, bürokratlar, bilim insanları, kurumlar, iş adamları, sanatçılar, siyasetçiler ve gazeteci-yazarlarla birlikte, yurtdışından başarılı dost ve kardeş kişileri/kurumları onurlandırmayı amaçladıklarını söyledi. Uluslararası arenada saygın bir marka hâline gelen ödüllerin, bulunması mümkün olmayanı (marifeti-mükemmeliyeti) hayatın her alanında aramayı teşvik ettiğini sözlerine ekledi.
Ancak böylesine mükemmel zirvenin en büyük ödülü hak eden isim TASAM Başkanı Süleyman ŞENSOY’du şüphesiz.

Uluslararası Akdeniz Kongresinde “Ekonomi Enerji ve Güvenlik; Yeni Fırsatlar” Balkan İletişim Ağı Konferansı“Balkanlar’da Denge; AB, Türkiye ve Rusya”

Türkiye’de Göç “Göç Veren Ülkeden Göç Alan Ülkeye Fırsat ve Risklerin Dönüşümü” gibi zirveleri takip edebildik.

Çukurova Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Doç.Dr. Elif Hatun Kılıçbeyli

AB ve ‘Akdeniz Birliği’: Bilanço ve Perspektifler konusunu işledi.

Afro-Avrasya ile doğrudan bağlantıları bulunan Akdeniz, tarihin en önemli medeniyet coğrafyaları ortasında yer almış ve bu medeniyetlerin oluşumunda ve birbirleriyle etkileşiminde kurucu bir rol üstlenmiştir. Üç kıtayı birleştiren Akdeniz, farklı kültür, din, dil ve siyasi düşüncelerden oluşan bir mozaik olması bakımından da önemlidir.

Genel olarak Akdeniz’i Kuzey ve Güney olarak ayırmak mümkündür. Kuzey, Avrupa Birliği’nin Akdeniz’e kıyısı olan üye ve aday ülkelerinden oluşup ekonomik yönden gelişmiş, zengin ve siyasal olarak birleşik/demokratik bir görüntü çizerken; Güney ekonomik olarak fakir, otoriter rejimler tarafından yönetilen ve çatışmalara ev sahipliği yapan bir görüntü sunmaktadır. Daha çok İslam dünyasının bir parçası olarak Arap ülkelerinden oluşan Güney ile Batılı değerleri kıstas edinen ve ağırlıklı olarak Hıristiyan ülkeleri ihtiva eden Kuzey arasındaki bu kültürel farklılıklar sonucunda güvenlik, göç ve çevre gibi ortak sorunlar gündeme gelmektedir.

1. Dünya Savaşı sırasında Bölge’nin Avrupa ülkeleri tarafından paylaşılış biçimi ve 2. Dünya Savaşı’nı müteakiben Soğuk Savaş koşullarında süper güçlerin Bölge’ye müdahale tarzları Akdeniz ülkeleri arasında doğal ve sağlıklı bir etkileşim kurulmasını engellemiştir. Bu yüzden Bölge’de normalleşme; güvenliği merkeze alan, ama sosyal ve ekonomik politikaları ihmal eden yaklaşımlar nedeniyle gecikmiştir. Bununla birlikte, Bölge’nin önemli enerji kaynaklarına sahip olması tarih boyunca birçok aktörün ilgisine ve bölgeye yönelik bir dizi inisiyatif ortaya konmasına yol açmıştır. NATO, AGİT, ABD, AB ile diğer Avrupa ve bölge ülkeleri bugüne kadar çeşitli “Akdeniz Diplomasisi” örnekleri geliştirmişlerdir.

Göç dalgaları, artan güvenlik, çevre sorunları ve Avrupa’nın enerjiye giderek artan ihtiyacı AB’nin inisiyatifinin ve Barselona Bildirgesi’nin yolunu açmıştır. AB’nin yürütmeye çalıştığı enerji, güvenlik eksenli politikalar ve MED-EMIP (Euro-Mediterranean Energy Market Integration Project) gibi projeler, diyalog - bilgi paylaşımı yoluyla enerji, güvenlik ve işbirliği üzerinde temellenmektedir.
Her alanda güvenliğin tesisi günümüzde Bölge ülkelerini karşılıklı olarak ilgilendiren en önemli problem özelliğini korumaktadır. Oysa ekonomik, sosyal ve insani koşullarda gözle görülür bir iyileşme sağlanmaksızın güvenlik ile ilgili problemlerin çözümü imkânsızdır. İstikrarsız bir Akdeniz, enerji yolları üzerindeki hâkimiyetin kaybı, radikalizmin, terörizmin ve organize suçların artması anlamına gelmekte, Avrupa’ya doğru göçün artmasını tetikleyerek Avrupa’yı siyasal dengelerin bozulması tehdidi ile karşı karşıya bırakmaktadır.
Güney Akdeniz ülkelerinden göç sonucunda, Avrupa Birliği vasıfsız işgücü için istihdam sağlanmasında yeni bir meydan okumayla karşı karşıya kalmıştır ve işsizlik gerek bölgede gerekse de Avrupa’da başa çıkılması gereken önemli sorun haline gelmiştir. Dolayısıyla güvenlik, sosyal ve ekonomik kalkınmayı gerektirmektedir; bu da coğrafi yakınlık içerisinde bulunan ülkeler arasındaki ilişkilerin adil ve sorunsuz bir zemine oturtulması ve bölgeye yönelik enerji ve güvenlik politikalarının insani kalkınma bağlamında da ele alınması zorunluluğunu doğurmaktadır.
Öte yandan, sürdürülebilir bir güvenlik ortamı ile insani kalkınmanın karşılıklı bağımlılık içinde olduğu göz önünde tutulduğunda çok ortaklı bir barış girişimi olarak planlanan Barselona Süreci’nin şu ana dek önemli bir ilerleme sağlayamamış olması sürecin geleceği konusunda soru işaretleri uyandırmaktadır.
Tarih boyunca Akdeniz, Doğu ve Batının buluştuğu siyasi, ekonomik, kültürel ve beşeri alışverişlerin gerçekleştiği bir kavşak noktası olmuştur. Bu özelliklerinin yanı sıra son dönemde enerji yollarının kavşak noktası olması nedeniyle de artan jeostratejik önemi, Akdeniz’i uluslararası sistemin güç merkezleri için vazgeçilmez bir bölge konumuna getirmiştir. Son dönemde Mısır, Tunus ve Libya’daki gelişmeler ise Akdeniz’in öneminin daha da artacağını ortaya koymaktadır.
Akdeniz Havzası'nda halen kıyısı bulunan 20 ülke yer almaktadır. Bunlar ispanya, Fransa, İtalya, Slovenya, Bosna-Hersek, Arnavutluk, Yunanistan, Türkiye, Suriye, Lübnan, İsrail, Filistin-Gazze Yönetimi, Mısır, Libya, Tunus, Cezayir, Fas, KKTC, Kıbrıs Rum Kesimi ve Malta’dır.
Akdeniz Havzası; stratejik önemi nedeni ile emperyal güçlerin askeri güç bulundurduğu ve kontrol altında tutmaya çalıştığı bir havza özelliği taşımaktadır. Soğuk savaş döneminde ABD kadar Sovyetler Birliği'nin de ilgi alanında olan havzanın Suriye, Mısır, Cezayir gibi bazı ülkelerinde SSCB etkisi gözlenmiştir. Akdeniz’de soğuk savaş dönemi boyunca NATO ve dolayısıyla ABD hegemonik tek güç olarak görülmüştür. Ancak AB’nin güçlenmesi ve havzadaki çıkarları doğrultusunda kendi güvenlik ve savunma kimliğini oluşturma süreci, şimdilik çok etkili olmasa da ABD’nin havzada artık tek güç olmadığını ortaya koymaktadır.
Son dönemde Ortadoğu, Kuzey Afrika ve Orta Asya petrolü ve doğal gazının Akdeniz’e çıkışı ile ilgili projeler havzanın stratejik önemini arttırırken, göç ve mülteci sorunu, uyuşturucu ticareti, etnik ve dinsel ayrıma dayalı çatışmalar havzada güvenlik ve istikrarın sağlanmasını eskiye oranla daha öncelikli hale getirmiştir.
AB bu koşullar altındaki Akdeniz Havzası'ndaki hâkimiyetini kolaylaştırmak amacıyla 1995 yılında Barselona Konferansıyla “Yeni Avrupa Akdeniz Ortaklığı" sürecini başlatmış ve bu tarihten itibaren Akdeniz Havzası'nı ekonomi, dış politika ve güvenlik açısından doğrudan ilgi alanı içine almıştır. Böylece AB ortak bir dış politika ve güvenlik stratejisi oluşturarak bölgedeki hâkimiyeti için önemli bir adım atmıştır.
Türkiye, bu gelişmelerin farkında olup son dönemde bölgede konum kazanmaya yönelik olarak “Yeni Akdeniz Vizyonu “nu uygulamaya koymuştur. Ancak bu vizyondan beklediği sonuçları elde edebilmesi için temel stratejisi kapsamında bölgede öncülük edebileceği alanlara yönelik daha detaylı çalışmalar yapması gerekmektedir. Bu anlamda Akdeniz Havzası'nın hidrojeopolitiği ve enerji arz güvenliği konuları Türkiye’nin önüne bazı olanaklar koymaktadır.
Türkiye’nin Doğu Akdeniz için geliştirdiği su temini projeleri, bu alanda uygulayabileceği politikalar için etkili araçlar olarak ortaya çıkmaktadır. Ancak bu stratejik araçlardan beklentilerin geçmişte olduğu gibi abartılmaması, tüm politikaların daha gerçekçi olarak tespiti ve birbirini tamamlayan adımlarla uygulamaya konması önem taşımaktadır.
Temel bir strateji ekseninde oluşturulacak bir Akdeniz Vizyonu, bu coğrafyada birçok avantaja sahip Türkiye’ye bölgede istediği konumu kazandırabilir. Akdeniz Havzası'nın hidrojeopolitiği ve enerji arz güvenliği konuları çatışmadan daha çok ilişkileri arttırabilmek ve işbirliği olanağı yaratmak için bir fırsat olarak değerlendirilmelidir. Zira üç kıtanın buluştuğu Akdeniz Havzası, farklı kültür ve uygarlıkların, ticari ilişkilerin, petrol ve doğalgaz kaynaklarının ve okyanuslara açılan su yollarının yer aldığı ve bu nedenle de stratejik açıdan dikkatleri üzerinde toplayan bir havzadır. Günümüzde yaşanan hızlı ekonomik ve siyasal gelişmeler ve teknolojik ilerlemeler sonucunda Akdeniz sahiline kıyısı bulunan ülkeler birbirine daha çok yaklaşmıştır.
Kıyıdaş ülkeler arasında başta enerji, ticaret ve çevre olmak üzere birçok sektörde karşılıklı bağımlılık ilişkilerinin artmasıyla iki yüzyıl önce büyük bir deniz olarak görülen Akdeniz, göreceli olarak küçülmüştür. Akdeniz’i kapalı bir havza niteliğindeki bir iç deniz konumuna taşıyan bu gelişmeler, ortak bir kaderi paylaşmak durumunda olan havza ülkeleri arasındaki işbirliği arayışını da artırmıştır.
 BALKAN İLETİŞİM AĞI KONFERANSI
Türkiye son yıllarda tarihî bağlarının çok kuvvetli olduğu Bölge’de “yeni aktör” olarak tanımlanmaya başlamıştır. Türkiye yenilenen dış politika anlayışı ile Bosna-Hersek özelinde ama genel olarak tüm coğrafyada politik, sosyal ve ekonomik alanlarda var olmayı başarabilmekte, Bölge’nin Avrupa Birliği’ne giriş sürecini istikrar ve normalleşme için desteklemekte ve kendi sınırları içinde coğrafyasına sahip çıkmayı amaçlamaktadır. Türkiye aynı zamanda uluslararası askerî bir ittifak olan NATO’ya Bölge ülkelerinin girmesi ve güvenlik algısının en üst seviyeye çıkartılması gerektiğini düşünmekte ve desteklemektedir.
Son yıllarda artan Rusya ve Türkiye etkisi Avrupa Birliği üyesi birçok ülkeyi Bölge’de yatırım, kültürel faaliyetler gibi birçok alanda teşvik etmektedir. Rusya’nın görünende Sırbistan’a ve Bosna- Hersek’teki entite olan Sırp Cumhuriyeti’ne milyon dolarlık yardımları ve askerî (savunma) desteği giderek artmaktadır. Türkiye dışarıdan bakıldığında; Kosova, Arnavutluk, Bosna-Hersek gibi Müslüman nüfusu fazla olan ülkelere yardım ediyor gibi gözükse de, kapsadığı kesimler günden güne artırmakta, sel gibi büyük felaketlerde din ayrımı yapmaksızın TİKA aracılığı ile birçok insana elini uzatmaktadır. Avrupa Birliği, Amerika Birleşik Devletleri’nin de yardım ve desteğinin yanı sıra Bölge’deki etkisini arttıran Rusya, Çin, Arap Emirlikleri gibi yeni aktörlerin gerisinde kalmadan, sistemsel ve ekonomik yardımlarını istikrarlı bir şekilde devam ettirmektedir.
Güney Akım Projesi ve Ukrayna krizi bölgesel güç mücadelesinin en fazla tesir ettiği iki örnektir. Bulgaristan ve Sırbistan üzerinden Avrupa’ya doğalgaz gönderimini sağlayacak boru hattı projesi bu ülkelere ciddi bir maddi kaynak sağlayacağından Avrupa ülkelerini tedirgin etmektedir.
En son Putin’in Türkiye’yi ziyaret etmesiyle doğalgaz mücadelesine Türkiye de dâhil olmuştur. Her daim oyun kurucu olarak dünya siyasetine yön vermek isteyen Rusya; Ukrayna krizinden sonra Avrupa ülkelerinin ambargo uygulaması, kültürel ve tarihî bağları kuvvetli olan Bulgaristan’ın da AB’nin Rus gazına bağımlılığını azaltmak istemesi, Güney Akım’ı topraklarından geçirmekte istekli olmaması gibi nedenlerle stratejisini değiştirerek boru hattını Türkiye ve Yunanistan üzerinden geçirmek istediğini belirtmiştir.
Sırbistan ve Bulgaristan üzerinden Balkanlar’da politik denge sürdürülmeye çalışılmaktadır. Ukrayna Krizi aslında bu ülkeler için bir sınav olmuştur, Sırbistan Avrupa Birliği üyelik sürecinden vazgeçmeyeceğini belirterek tavrını Rusya’dan yana göstermiş, Ukrayna’ya Rusya lehine güvenliği sağlamak için gönüllü gruplar yollamıştır. Bulgaristan ise Avrupa Birliği’nin olası yaptırımlarından ve içinden çıkamadığı ekonomik kriz nedeniyle tavrını Avrupa’dan yana sürdürmüştür.
Rusya, Bölge’de enerji ve altyapı yatırımlarına ağırlık vermeye devam etmektedir. İki devlet arasında geçtiğimiz yıl Sırbistan’ın devlet demiryolları şirketine Rusya tarafından verilecek 600 milyon avroluk bir kredi anlaşması imzalanmıştır. Güney Akım projesinin yanı sıra Rus Gazprom Neft, 2009 yılında önemli bir Sırp devlet enerji şirketi olan, Karadağ, Makedonya, Bosna-Hersek gibi ülkelerde önemli bir nüfuza sahip NIS’i satın alarak, Balkanlardaki enerji faaliyetlerini en üst düzeye çıkarmıştır. Bankacılık sektöründe de VTB Bank, bazı özelleştirme ve altyapı yatırımları konusunda finansman sağlamaktadır. Yatırımlar sadece Sırbistan ile sınırlı değildir, Rus petrol şirketleri Hırvatistan, Bosna-Hersek, Makedonya da kendi altyapısını kuvvetlendirici girişimlerde bulunmaktadır. Balkanlar’daki ülke hükümetleri Rus yatırımlarını ülkelerine çekmek ve AB’deki ekonomik krizi en alt seviyede atlatmak için Moskova yetkilileriyle sık sık bir araya gelmektedir.
“Batı Balkanlar” açılımı; AB’nin Balkan ülkelerinin aşamalı bir şekilde entegre sürecine uyum sağlamaları için başlattığı bir süreçtir. Bu açılım 2013 yılında Hırvatistan’ın üyeliğinden sonra Bosna-Hersek, Sırbistan, Arnavutluk ve Makedonya’yı kapsamaktadır. Bölge denetimli AB yardım programlarından yararlanmaktadır, tek taraflı ödünler söz konusudur. İstikrar ve Ortaklık Anlaşmaları neticesinde Bölge’de işbirliğini artırıcı rol üstlenmekte, Bölge ülkelerinin insan hakları, demokrasi, adalet gibi AB müktesebatına uyumlu yasal değişimler konusunda itici unsur olmaktadır. Kriz ile birlikte fon yardımlarında ciddi bir kesinti söz konusu olsa da, örneğin; Sırbistan 2,9 milyar avro mali yardım almıştır. Hırvatistan 2005 yılında 105 milyon avro yardım almıştır. Avrupa Balkanlar’a siyasi ve güvenlik yardımlarını sürdürmektedir.
Türkiye Bölge’de ağırlıklı olarak ticaret ve kültür diplomasisi girişimlerinde bulunmaktadır. Bu vizyon ile 2000 yılında 2,9 milyar dolar olan ticaret hacmi, 2012 yılında 17,5 milyar dolara çıkmıştır. 6 Balkan ülkesinde 12 tane Yunus Emre Kültür Merkezi faaliyet göstermektedir. Bu kültür merkezleri sayesinde Türkçe dil öğrenimi Bölge’de her geçen gün artmaktadır. Binlerce başvuru arasından her yıl 700’e yakın öğrenciye “Türkiye Bursu” verilmektedir. TİKA yardımlarının %18,5’i Balkanlar’a gitmektedir. 2007’den beri Türkiye Diyanet İşleri Başkanlığı’nın öncülüğünde Balkanlı Müslüman Liderler Zirvesi gerçekleşmektedir. Saraybosna’da Anadolu Ajansı’nın ofisi bulunmaktadır ve birçok haberi Balkanlar’daki diğer ajanslara sunmaktadır. Ayrıca TRT bölge ofisleri ve TRT AVAZ da faaliyet göstermektedir.
Türkiye ve Balkanlardaki belediyelerle kültürel-ticari ilişkilerin güçlenmesine yarayan Kardeş Belediyeler faaliyeti her geçen gün artmaktadır. Türk dizilerine olan sevgi çok fazladır, dizi-film sektörü önemli bir yumuşak güç inşa alanı oluşturmaktadır.
Bölge’deki bu güç dengesi, küresel güçlerin mücadelesi, bitecek gibi görünmemektedir, Balkanlar’da yatırım ve ticareti kolaylaştırıcı unsurların oluşturulması, “bölgesel entegrasyon ve çatışmadan ekonomik işbirliğine” anlayışı, bu düzen içerisinde kendilerinin daha fazla söz almalarını sağlayacaktır. Bu proje ile çatışma çözümünde itici bir güç olan Avrupa Birliği, Kosova’nın bağımsızlığı ve NATO’nun Sırbistan’ı bombalaması ile Batı ile ilişkilerinde derin bir uçurum oluşturan ve neticede askerî ve savunma alanında etkinliği ile Bölge’de devamlılığını sağlayan Rusya ve yumuşak gücün tüm mekanizmalarını kullanarak Bölge’de etkili olan Türkiye’nin Bölge’deki varlıkları ve faaliyetleri incelenecektir. Proje, Avrupa Birliği’nin Bölge’nin etkin bir ülkesinde, Türkiye’de ve Rusya’da olmak üzere üç aşama neticesinde nihayete erecektir. Böylece “Balkanlarda Denge” teması, Proje’nin her aşamasında farklı yerlerde, uzman kişilerce incelenip; Bölge’nin, bu ülkelerin deneyim ve birikimleriyle tahayyül edilebilmesini sağlayacaktır.
Türkiye’de Göç
2. Dünya Savaşı sonunda harap olmuş Avrupa ülkeleri, ekonomik güçlerini yeniden toplamak için yoğun bir çalışma içine girmiştir. Bu süreçte kalkınmayı sağlamak için iç istihdamın yetersiz olması nedeni ile Doğu Avrupa ülkelerine yönelmişlerdir. Türkiye de 1961’de yaptığı ilk anlaşma ile Avrupa’ya işçi göndermeye başlamıştır. Ekonomik sıkıntıların yoğun olduğu dönemde Türkiye’den Avrupa’ya göçen işçiler kendilerine bir sermaye oluşturmak, iş kurmaya yetecek veya ihtiyaçlarını karşılayacak kadar para kazanmak için gurbete gitmişlerdir. İşgücü alımlarının sona ermesinin ardından aile birleşimi ve öğrenim gibi sebeplerin yanında 1970’ler ve 1980’lerdeki toplumsal ve siyasal sarsıntıların yoğunlaşması Türkiye’den bu ülkelere göçün devam etmesine neden olmuştur.
Giden vatandaşlarımızın yarım asrı aşan varlıklarının ardından artık yaşadıkları ülkelerin bir parçası oldukları, geri dönme eğilimlerinin azaldığı ve Türkiye için bir “Türk Diasporası” oluşturdukları fikri hem yurtdışı Türk toplumlarında hem de Türkiye’de akıllara yerleşen bir fikir olarak benimsenmiştir.
Söz konusu diasporanın Avrupa’daki sayısı 5 milyonu geçmiştir. Bu rakam bazı Avrupa ülkelerinin nüfusundan daha fazladır. Diasporaların bulundukları ülkelerde ekonomiye yaptıkları katkı son zamanların önemli tartışma konularından biri hâline gelmiştir. Avrupa’daki Türk işletmelerinin sayısı 140.000 civarındadır. Bu işletmeler yaklaşık 640.000 kişiye istihdam sağlamaktadır ve yıllık toplam ciroları 50 milyar avroyu aşmıştır. Son istatistiklere göre Batı Avrupa’daki Türklerin tüketim harcamaları 22,7 milyar avrodur.
Türk vatandaşları yurtdışına çıktıkları günden itibaren anavatanları ile bağlarını sıkı şekilde muhafaza etmişler ve sahip oldukları kültürü bulundukları ülkelerde de yaşamak ve yaşatmak adına büyük gayret göstermişlerdir. Oluşturdukları sivil toplum örgütleri sayesinde birliklerini korumuşlar, Türk kültürünün gelecek nesillere aktarılması için ciddi çalışmalar yapmışlardır. Böylelikle yeni nesil Türk toplumu da Türkiye ile olan ilişkilerini sürdürmüş ve kültürel kimliklerini korumuştur. Bugün yurtdışında yaşayan Türk toplumun önemli bir bölümü, bulundukları ülkelerde sürekli olarak ikamet etmekte olup, yaşadıkları ülkelerin vatandaşlığını da almıştır.
Avrupa ülkelerinde yaşamış, eğitimini almış ve çalışmış olan Türk toplumunun Türkiye ile olan ilişkilerinde farklı bir etki görülmeye başlamıştır. Aldıkları eğitimi kullanma ve aktarma, çalıştıkları konulardaki deneyim ve bilgileri işleme gibi etkileri de Türkiye’deki varlıkları bağlamında tartışılmaya başlanmıştır. Bir süre önce Türkiye’de ana tartışma konularından biri olan beyin göçünün bugün tersine döndüğü tezi ile yapılan yorum ve araştırmalar da öne çıkmaya başlamıştır.
Türkiye’nin doğusunda, komşu ve uzak ülkelerde var olan kaos, çatışma ve ekonomik sıkıntılar bu bölgelerde yaşayan insanların refaha doğru kaçmasına neden olmaktadır. Türkiye’nin jeopolitik konumu bu durumum içine girmesini gerektirmektedir. Ülkelerinden kaçmak zorunda kalan insanların Avrupa’da geleceklerini kurma düşüncesi ile Türkiye köprü görevi görmektedir. Orta Doğu ve Asya’nın çatışma içeren ülkelerinden kaçan çok sayıda insan Türkiye topraklarından geçerek Avrupa’ya varmaya çalışmaktadır. Bu konuda Türkiye hem topraklarından geçip Avrupa’ya varabilen, hem de topraklarındayken yakaladığı “düzensiz göçmenler”in varlığı ile ekonomik ve siyasi bazı olumsuzluklar yaşamaktadır.
Düzensiz göçle mücadele, ülkelerin kendi başlarına kaderlerini tayin edebileceği bir mesele olmaktan çıkmıştır. Bu bağlamda uluslar; ikili, bölgesel ve küresel gruplar oluşturarak bu mücadeleyi sürdürme eğilimine girmişlerdir. Düzensiz göçle mücadelede uluslararası işbirliği sürecinin etkili yöntemlerinin başında “Geri Kabul Anlaşmaları” gelir. Bu anlaşmalar ülkelerin düzensiz göçe karşı tedbir almalarını zorunlu hale getirmekle birlikte, düzensiz göçmenlerin de ülkelerine insanlığa yaraşır bir şekilde gönderilmelerine olanak sağlar.
Türkiye bu kapsamda Suriye (2001), Yunanistan (2001), Kırgızistan (2003), Romanya (2004), Ukrayna (2005), Pakistan (2010), Rusya (2011), Nijerya (2011), Bosna-Hersek (2012), Yemen (2012), Moldova (2012), Belarus (2013), Karadağ (2013) ve Avrupa Birliği (2013) ile Geri Kabul Anlaşmaları imzalamıştır. Türkiye ayrıca düzensiz göçün önlenmesi ve söz konusu göçmenlerin sorunlarını azaltmak için birçok çok taraflı projede yer almaktadır.
Ekonomisinin büyümesi, istikrarının artması ve siyasi imajının yükselmesi ile Türkiye bu sefer de hedef ülke olarak göç hareketlerinde yer almaktadır. Yıllar önce yurtdışına çıkmış Türk vatandaşlarının geri dönüşlerinin yanı sıra çevre ülkelerden çıkmak zorunda kalan insanların yerleşmek üzere seçtiği ülkelerden birinin Türkiye olması içeri doğru gerçekleşen bir göç hareketi oluşmaktadır.
Son olarak da komşu ülkelerimizde (Gürcistan, Irak, Suriye vb) baş gösteren çatışma ve kaos ortamı bu ülkelerden büyük kitleler halinde insanların Türkiye topraklarına girmelerine neden olmuştur. Dünya tarihinde sayılı olan bu kitlesel göç hareketinin hamisi olarak Türkiye’nin yaşadıkları ve yaşayacakları konusunda araştırmalar ve çalışmalar yapılmaya başlanmıştır.
Türkiye’ye doğru yapılan en büyük göç hareketi Suriye tarafından gerçekleşmiştir. İç savaş ve terör tehdidi nedeniyle ülkelerinden kaçan Suriyelilere geliştirdiği politikalar çerçevesinde tarihten aldığı sorumlulukla sahip çıkan Türkiye, Ekim 2011’de İçişleri Bakanlığı’nın aldığı karar ile kayıt olan sığınmacılara “geçici koruma statüsü” vermiştir. Temmuz 2015 itibarıyla Türkiye’de; resmî rakamlara göre 1,9 milyon, resmî olmayan rakamlara göre 2 milyonun üzerinde Suriyeli göçmen yaşamaktadır. Bu göçmen nüfusunun Türkiye’ye ekonomik, toplumsal ve siyasal bazı etkilerinin olacağı öngörülebilir.
Türkiye Cumhuriyeti, yaşadığı bu göç süreçleri ve uluslararası çalışmalardaki etkinliği sebebi ile 1 Temmuz 2014 tarihi ile Global Forum on Migration and Development (GFMD) başkanlığını üstlenmiştir. 2015 yılı sonuna kadar sürecek olan bu başkanlık sürecinde Türkiye göç dinamiklerini kavrama ve kalkınmanın elementine dönüştürmenin üzerinde duracağını beyan etmiştir. 2015 yılı içinde bu tema ile yapılacak birçok etkinliğin neticesinde Kasım ayında yapılan Küresel Toplantıya da Türkiye ev sahipliği yapmıştır. Ayrıca 15-16 Kasım 2015 tarihindeki G20 Antalya Zirvesi’nin de konuları arasında uluslararası göç yer almıştır.
Bu çerçevede TASAM, Türkiye’nin içinde bulunduğu göç sürecinde yaşananların ve yaşanması muhtemel olanların akademik, siyasi, ekonomi ve bürokratik çevrelerin katılımı ile tartışacağı bir etkinlik düzenleyecektir. Türkiye Cumhuriyeti’nin dış göç olgusu ile her daim iç içe olduğu düşünüldüğünde, Devlet’in sahip olduğu deneyim ve bilgilerin geleceğe ışık tutacağı düşünülmektedir. Etkinlik sonunda, Türkiye’nin resmî göç ve göçten kaynaklı iç-dış politikalarının belirlenmesinde, Türkiye ile AB ve komşu ülkeler arasındaki ilişkilerini etkileyebilecek politikaların geliştirilmesinde, bu konuda yapılacak akademik çalışmalara bir rota çizilmesinde etkili olabilecek çıktıların oluşturulması amaçlanmaktadır. Türkiye’nin iç ve dış politikasında yer alan önemli konulardan biri olan göç olgusunun tartışmalara katılması ile; ikili ve çok taraflı ilişkilerin realist tabanına katkı sağlanacağı düşünülmektedir.
Söz konusu etkinlik çerçevesinde dört alt başlık belirlenmiştir. Bu başlıklar ana tema ile uyumlu olarak süreçsel bir düzen takip etmekte ve Türkiye’deki göç olgusunun çıkış, geçiş ve hedef ülke olarak değerlendirilmesine fırsat vermektedir.

yilmazparlar@yahoo.com

  

Yeni Yaşam Biçimi Kentler ve Dönüşüm Zirvesi-yapder-mef-sarıyer belediyesi-YılmazParlar


PARLAR MEDYA  
Yeni Yaşam Biçimi Kentler ve Dönüşüm Zirvesi

KENTSEL DÖNÜŞÜMDE SUÇLU KİM?
Aynı geminin içinde herkesin bir suçluyu ararken, birbirini gösterdiği gibi,“suçlu kim ?” 
Başkanlığını, EGD Ekonomi Gazeteciler Derneğininde başkanlını yürüten Celal Toprak’ın, Genel Koordinatörlüğünü Yayıncı ve Tv Program yapımcısı Mehmet Gözcü’nün yaptığı, YAPDER Yeni Arayışlar Girişimi Platformu Derneği’nin organize ettiği, MEF Üniversitesi Maslak Kampüsü konferans salonunda “Yeni Yaşam Biçimi Kentler” ve “Dönüşüm Zirvesi” düzenlendi. 

Gazetekonomi gazetesinin desteğiyle yoğun katılımla gerçekleşen zirvenin konuşmacıları; Sarıyer Belediye Başkanı Şükrü Genç, Prof.Dr. Muhammed Şahin  MEF Üniversitesi Rektörü İMSAD Genel Başkanı Fethi Hinginar, İNDER Yönetim Kurulu Başkan Vekili Engin Keçeli, Bahçeşehir Üniversitesi Mimarlık ve Tasarım Fakültesinden Doç.Dr. Ece Ceylan Baba, Yıldız Teknik Üniversitesi Şehir ve Bölge Planlama Bölümü Prof.Dr. İclal Dinçer ve MEF Üniversitesi Sanat Tasarım ve Mimarlık Fakültesi Dekanı Prof.Dr. Arda İnceoğlu gibi isimlerdi.

Sarıyer Belediye Başkanı Şükrü Genç yaptığı konuşmasında sorunun çözümünde devlet, kendisini yatırımcı olarak görmemeli, yeri gelince vatandaş için kendi payından vazgeçmeyi bilmelidir demekle haklıydı.


Simdi ilgililerin eski konuşmalarına göz atalım; 


Türkiye'nin yüzde 90'a yakınının deprem bölgesi olması ve büyükşehirlerde hızlı ve çarpık yapılaşma nedeniyle kentsel dönüşümün mecburiyetten ortaya çıktığını, 81 ilde tespit edilen riskli yapılardan 106 bin 679'unun kentsel dönüşümüne başlandığını belirten Eski Çevre Bakanı İdris Güllüce  "Kentsel dönüşüme mühendis ve mimar gözüyle bakılmaması gerekir"  

İBB Başkanı " Kentler hangi fonksiyonları, işlevleri üstlenecekler, bunların kararını vermediğimiz için, bugün maalesef yöneticilerin kendi siyasi perspektifleri doğrultusunda şehirler gelişti. Her yöneticiye göre yeni, farklı adımlar atıldığını görmekteyiz. Bu da gelecek adına kaygı verici. Kurumsal planlar yapılmalı. Kentler hızla gelişerek dengeler bozulmaya başladı. Kent yönetiminde karar organları olarak bu dengeleri doğru kurmak ve korumak. Kentsel dönüşüm fırsat ancak ranta dönmemeli Bugün bizim ihtiyaçlarımız farklı. Buna göre, kullanım kararlarımızı bugün ortaya koymak zorundayız. Geçmişi tabii ki korumalıyız ama, bugün şartlar bize farklı şeyler sunuyor. Bugün 15 milyonluk, Avrupa’nın 23 ülkesinden büyük bir İstanbul var. Köprüdeki sıkıntıyı çözmek adına yeni alternatifler bulmak zorundasınız. Bugün köprünün de yetmediği durumu yaşamaktayız. Bize düşen, bu kentlerde önemli değerleri geleceğe aktarmak konusunda hassasiyet göstermek. Yeni yaşam alanlarını, yaşam ilişkilerini doğurur hale getirmeliyiz. Sosyal yapıya dikkat etmeliyiz. Bizi biz yapan hassasiyetlerimiz var.”
Ülkemizde cumhuriyet döneminde 1950’lerde sanayi sektörü yükselişe geçerken tarım sektöründe gerileme yaşanmış,tarımda makineleşmeye bağlı olarak işgücü talebinin azalması sonucunda çalışan iş gücünün kırdan kente göçünü tetiklemişti. Kentler bu duruma hazır olmadığından sağlıksız kentleşmenin tohumları atılmıştı.
Artan nüfus, doğal afetler, çarpık yapılaşma ve buna bağlı olarak çeşitli, meydana gelen sorunlar yüzünden zaman içerisinde kent mekanları yıprandı. Köhneleşti. Bu durum çağdaş şehircilik ilkelerine ve planlama esaslarına bağlı kalarak yeniden yapılandırılmayı sağlamak için kentsel dönüşüm olgusu gündeme geldi.      
Kentsel Dönüşümün Hedefleri mevcut şehrin yapısına ve burada yaşayan insanların  fiziksel, sosyal ve ekonomik geleceği üzerine ve buna bağlı olarak da kentin bütün geleneklerine etki edebilmektedir. 
Bütün planlama çalışmalarında, sosyologlar, ekonomistler, mühendisler, mimarlar, plancılar ve peyzaj mimarları gibi farklı disiplinlerin birlikte çalışması gerekmektedir. Yenileme ve dönüşüm alanlarında uygulanan projeler sonucunda oluşturulacak yeni kentsel alanların ve yeni altyapı ve ulaşım sistemlerinin, günümüz ihtiyaç ve beklentilerine uygun kent parçaları olabilmeleri için kamu, özel sektör, sivil örgütler ve üniversitelerin işbirliği ile oluşturulacak ortaklıklara ve buna imkan sağlayacak ekonomik, fiziksel, sosyal ve çevresel koşullarına kalıcı bir çözüm sağlamaya çalışan kapsamlı bir vizyon ve eylemi olmalıdır. 
Sadece mekansal bir dönüşüm değil aynı zamanda sosyal ve kültürel gelişimin sağlanması için de çalışmalar yapılmalı. 
Pek çok ülke son yıllarda önceliği “gayrimenkul odaklı kalkınma projeleri” yerine “kültür odaklı kentsel gelişim projelerine” vermekte olduğu görülmektedir. 
Almanya (Ruhr Havzası), Fransa (Metz ve Lens bölgeleri), İngiltere (Glasgow, Liverpool, Londra), İspanya (Bilbao) gibi gelişmiş ülkeler işsizliğin arttığı, sosyal katılımın azaldığı bölgelerde kültür ve sanatsal yatırımlarla kentsel canlanma yaratmaya çalışmaktadır.
Zaten Kentsel dönüşüm, kentsel sorunlara çözüm üretmek amacıyla, değişime uğrayan bir bölgenin yitirilen bir ekonomik etkinliğin yeniden geliştirilmesi  ve  canlandırılması, işlemeyen bir toplumsal işlevin isler hale getirilmesi; çevresel  kalitenin veya çevre dengenin kaybolduğu alanlarda, bu dengenin tekrar sağlanma, ihtiyaçdan doğan dönüşümde sonuçların üzerinde uzlaşma, toplumsal  dışlanma  olan alanlarda, toplumsal bütünleşmenin sağlanması, anlamına gelir.  
Kentsel Dönüşüm Uygulamaları Kentsel dönüşüm, fiziksel-tasarım, sosyal, ekonomik ve yasal-yönetsel gibi birbirleriyle bütünleşen dört temel boyutlu kavramdır.
Fiziksel boyut, bölgenin içinde kent ile ulaşım bağlantıları, konut stoku, teknik ve  sosyal altyapı ve çevresel problemleri, tasarım boyutu, fiziksel  olarak kentsel  gelişim, değişim ve korumayı yönlendiren kentsel tasarım sürecini, Sosyal boyut, sağlık, eğitim, konut ve kamu hizmetlerine erişim, suç, toplumdan dışlanma, proje  sürecine kamu ve özel sektörün, yerel  halkın ve gönüllülerin katılımı gibi koşullarla,   Ekonomik boyut, seçilen alan ve çevresindeki iş olanaklarının nitelik ve niceliklerini  yükseltmeyi, Yasal-yönetsel boyut, yerel karar verme mekanizmasının yapısı, yerel halkla ilişkiler, diğer çıkar  gruplarının katılımı ve liderliğin türü gibi  konularla ilgilenmesi gerekir.
Kentsel dönüşümün Nedir Amaçları? 
Kentin fiziksel koşulları ile toplumsal problemleri arasında ilişki kurulmasıyla, temelde toplumsal bozulmanın nedenlerini araştırmalı ve bu bozulmayı önleyecek şekilde olmalı, kentsel dönüşüm projeleri kentin hızla büyüyen, değişen ve bozulan dokusunda ortaya çıkan yeni fiziksel, toplumsal, ekonomik, çevresel ve altyapısal ihtiyaçlara göre, kent parçalarının yeniden geliştirilmesine olanak  sağlamalı, Kentsel refah ve yaşam kalitesini artırıcı bir ekonomik kalkınma yaklaşımını ortaya koymalı, Kentsel   çöküntü  olma sebeb ekonomik canlılıklarını yitirmesidir. Kentsel dönüşüm projeleri kentsel refah ve yasam kalitesini artırmayı amaçlamalı, Kentsel alanların en etkin biçimde kullanımına yönelik stratejileri sahip olmalı.
Kentsel dönüşümün uygulama biçimi; Yenileme, Sağlıklaştırma, Koruma, Yeniden canlandırma, Yeniden geliştirme, Düzenleme Temizleme, Boşlukları doldurarak geliştirme, Tazeleme­ parlatma olmalı  
Ancak Kentsel dönüşümde; En yüksek ranta sahip alanların dönüşümünü büyük inşaat firmaları hızlı bir şekilde gerçekleştirmesi, Daha az karlı alanların, önemli ulaşım aksları ya da prestij konut alanlarının çeperlerinin dönüşümünü küçük ölçekli firmalar ya da yapsatçılar gerçekleştirmesi, Kentin karsız alanlarında, kent çeperinde  yada sanayi alanlarının yanında yer seçmiş gecekondu alanlarında dönüşüm gerçekleştirilememekte, gecekondulular ıslah imar planlarının oluşturacağı rant beklentisiyle farklı çözümleri reddetmesi sonucu kentsel dönüşüm projesi  insan  gereksinimlerine uygun olmayan ve kentlerin kimliğiyle tutarsız bir projeye sapmıştır.
Kentsel dönüşüm, fiziksel mekânın dönüşümünün yanı sıra, sosyal gelişim, ekonomik kalkınma, çevreyle ilgili ve doğal dengenin korunması ve sürdürebilirliğinin sağlanması ile birlikte kapsamlı ve bütünleşik bir yaklaşımla ele alındığı  takdirde başarıya ulaşabilir.  

 yilmazparlar@yahoo.com