LEYLA UMAR’IN ARKASINDAN DUAYEN ATİLLA DORSAY NE YAZDI.....
LEYLA UMAR’IN GİTTİĞİ GÜN, EREN ATİLLA’NIN GELDİĞİ GÜN
Artık Teşvikiye camiini her detayıyla
biliyorum. Barok mimarisini, zarif minaresini, musalla taşının konduğu yeri,
özel parmaklıklarını... Kendisi gibi
zarif ve bozulmamış bir semtin göbeğinde, mimari yoluyla aldığımız estetik
zevkle öte yana uğurladığımız dostlarımızın acılarının garip biçimde birbiriyle
hemhal olduğu özel bir yapı... Kederi ve matemi bür tül gibi sarmalayan
güzelliği içinde...
Oradan
en son Leyla’yı uğurladık. Türk gazeteciliğinin unutulmaz adı. Şen
kahkahası yıllar boyu kulaklarımızda çınlamış, dostlarına sadakati birçok kez
denenmiş, tüm dünyayı dolaşmış, tüm gazetelerde yazmış, ilgi duyduğu tüm
ünlülerle konuşmayı başarmış bir kadın. Üstelik hep zarif, hep güzel, hep şık kalmayı
da bilmiş..
Onu bu kısa yazıda anlatamam. Apayrı bir
portre gerekir - anılarımda veya bir ‘portreler kitabı’nda...Ama çok özetle
yazayım.
Ben onu tanıdığımda Refik Erduran’dan
boşanmıştı. Tek çocuğu Adnan bir önceki eşindendi. O ve eşi, değerli yemek yazarı Hülya Ekşigil hayatını gerçekten
dolduran kişilerdi. Elbette onlardan olan yakışıklı torunu Arda da...Bir
dönemde onların ailece Kanada’ya göç etmeleri Leyla’yı nasıl üzmüştü!...
Ama Refik’i hep sevdi. Çokluk alayla, kimi
zaman nefrete dönüşen bir acılıkla söz etse de, bunların ardında gerçek bir
büyük aşk olduğunu hep hissetmişimdir. O
çok mütevazi biçimde başlayan meslek hayatında ona yeni ufuklar açan, alıp
Hollywood’a götüren ve orada bambaşka bir alemle tanıştıran Refik’de bir tür
Pygmalion’unu bulmuştu. Kişiliği ve yaşam zevki onunla birlikte gelişmişti.
Peki nasıl olmuştu da Refik Erduran gibi
duyarlı, edebiyatçı, kişilikli bir adam, vaktiyle Nazım’ı hapisten
kaçırmasından unutulmaz oyunlarına birçok şeyle sanatımızın temel
kişiliklerinden biri olan bir gazeteci-yazar, Leyla gibi biri kadınla mutluluğu
bulamamıştı? Bir tür Charlie Sheen sendromu mu?
Ama cenazesinde
hayli çökmüş bir Erduran bana ‘ona karşı hatalı davrandım’ dedi. İçtenlikle,
üzüntüyle...Nitekim o gün Cumhuriyet’de çıkan yazısında tam anlamıyla günah
çıkarıyor ve pişmanlığını dile getiriyordu. Bad-el Harab-ül Basra!...
Madrid’de Leyla ile
Leyla büyük bir yazar değildi. Gerçek bir
kültür insanı da değildi. Bir süre önce çıkan (ve evde birtürlü bulamadığım) anıları, yaşadıkları kadar
lezzetli olmamıştı. Yıllar önce Kurosawa’nın çok sevdiğim (ve 100 Yılın 100
Filmi kitabıma aldığım) Ran filmini öylesine övmüştüm ki, bir grup dostuyla
Fitaş sinemasına gidip görmüştü. İlk karşılaşmamızda o iri gözlerini açarak
bana “Aşk olsun...Ne biçim bir filme
yolladın bizi!” deyişini hatırlarım.
1991 yılında onun aracılığı sayesinde
İspanyol havayollarının davetiyle bir grup gazeteci olarak Madrid’e
gittiğimizde, biz birkaç kişi yarım günümüzü ünlü Prado müzesine ayırırken, o
şöyle bir göz atıp hemen kaçmıştı.
Ama o Leyla’ydı işte...Afra-tafrası olmayan, hep içinden geldiği gibi davranan ve hayatı dört
elle kucaklamayı seven bir yaşam ustası. Sanatla yaşamın kimi zaman oluşan
çatışmasında Leyla’nın hep gerçek hayatın yanında yer alacağını
bilirdiniz.
İlk yıllarında benim de uzaktan izlediğim
bir gazeteciydi. Ancak 80’lerde karşılaşıp tanıştık. Ve çok iyi ahpap olduk.
İstanbul’da Bedrettin Dalan dönemi bu ahpaplığı pekiştirdi. Çünkü onun yerel
yönetimde –elbette Turgut Özal’ı ve yeni yerel yönetim yasasını da arkasına
alarak- belediyeyi ilk kez sürekli iflas halinden ve dilenci pozisyonundan
çıkarıp güçlü ve etkin bir yerel yönetimi kurmasını ibretle izliyor ve yanında
yer alıyorduk.
Böylece Leyla
da Ortaköy’deki yeni evini bir kültür ve dostluk merkezi haline getirdi. O
evin terasındaki davetleri ve Boğaz’a karşı yenen yemekleri unutamam. Dalan
üzerindeki etkisi, sanıyorum, hatta biliyorum ki o sıralarda yıkılan eski
Kuruçeşme depolarının yerinde görkemli bir park yapılmasına katkıda
bulundu. O park, son yıllarda sürekli yağmalanan Boğaziçi’nde artık ölümsüz bir
yeşil vahadır. Ve birgün Dalan ve Leyla’nın karşılıklı büstleriyle süslenmesi
gerekir.
Serbest gazetecilik ve ünlüler
Çok emek verdiği ve başta Abdi
İpekçi tüm yazarları ve yöneticileriyle büyük dostluk kurduğu Milliyet’den
ayrıldıktan sonra, serbest gazeteciliğe başladı. Yani 70’lerin sonu...Bu ona
yepyeni bir dönem açacak ve ‘free lance’ denen bu özgür gazetecilikte dünya
çapında bir isim olacaktı. Ünlü Oriana Fallaci’nin bile pabucunu dama attıran..
Böylece o ünlü söyleşiler
başladı. Hep yanaşması zor, konuşulması
imkansız gözüken isimlerle: Fidel Castro, İdi Amin, Humeyni, Nelson Mandela,
Carlos Menem, Yaser Arafat, Raissa Gorbaçov, Felipe Gonzales… Ya da Kirk Douglas, Liza
Minnelli, Diana Ross, Julio Iglesias gibi seçme sanatçılar.
Kimsenin
yanına yanaşamadığı Afrikalı diktatör İdi Amin röportajını dünya ajanslarına
satmış, bu da ona ün ve saygınlık getirmişti. Ayni zamanda Ortaköy’deki evini
de…O teras partilerini İdi Amin Dada’ya
borçluyduk!... Ve Leyla bunu hep alayla söylemekten zevk alırdı.
Fidel’e balık pişirmek!...
Ama
zirve herhalde Fidel’di. 20 yıla yakın peşinde koştuğu ünlü devrimciyle
söyleşinin gerçekleşeceği ortaya çıkınca,
buradan aldığı levrekleri oraya götürüp Fidel’le birlikte pişirmek…Kimin aklına
gelirdi? Öylesine kadınca
ve öylesine zekice bir iş ki…İşte kadın gazetecilerin üstünlüğünü gösteren bir
diğer anekdot. Fallaci’den Oprah’a…
Leyla hayır işlerini de hiç ihmal
etmedi. Bizzat sokaklardan kurtarıp
himayesine aldığı roman kökenli Yusuf Kulca ile birlikte Sokak Çocuklarını
Koruma Derneği’nı kurdu. Ve dernek çeşitli kurumların Leyla sayesinde gelen
desteğiyle, uzun zaman çok iyi çalıştı.
Neyse…Daha
çok şey var ama…Biz onunla 90’ların ikinci yarısında bozuşur gibi olduk. Ondan
aldığım bilgiyle Yeni Yüzyıl’a yazdığım bir Bodrum yazısı ciddi biçimde
yalanlandı, ben de isim vermediysem de bilgi kaynağımı suçladım. Bunu yapmamalıydım, öyle bir dostluğu riske
atmamalıydım. Ben de Refik Erduran gibi kabahatli olduğumu itiraf edeyim mi?
Aramıza bir kırgınlık
girmişti. Ama sonra bunu aşmayı başardık. Hatta bir ara ayni gazetede, Sabah’da
buluştuk. Benim için ne onur!...
Ve daha sonra onun inişi başladı: Alzheimer denen çağdaş bela…Son dönemde
kötüleşiyordu. Sevgili Hülya Ekşigil bana ‘hiç gitmeyin, üzülürsünüz’ diyordu.
Keşke dinlemeseydim, keşke gitseydim. Şimdi, onu bunca zaman görmemişken ölümü çok daha üzüntülü değil mi?
Bana ayni gün gelen armağan: Eren Atilla
Ama kader işte…Leyla’nın gittiği
ayni gün, hayat bana güzel bir armağan verdi. Ve oğlum
Gökhan’la eşi Ezgi bize ikinci torunumuzu armağan ettiler: Ozan’dan sonra Eren…Üstelik
göbek adı da Atilla. Yani Eren Atilla Dorsay…
Burada torun sahibi olmanın güzelliği ve heyecanı
üzerine ahkam kesecek değilim. Öyle bir duygu ki bu, ancak başınıza gelirse
anlarsınız. Yaşanmadan anlaşılmayan o özel durumlardan…
Ama siz okurlarımı
ilgilendirebilecek yanı şu: Eren bana her açıdan umut ve enerji verdi. Farkındasınızdır:
bir süredir (yani 1 Kasım’dan beri) sinema
dışı hiçbir şey yazmadım. Siyasete ya da çevre sorunlarına hiç
bulaşmadım.
Elimden
gelmedi, yapamadım, yazamadım. Ve böylece son seçim mağluplarının genel
teslimiyet ve bezginlik tavrını ben de paylaştım.
Ama hayat devam ediyor. Leyla’nın gittiği gün
ve saatlerde gelen Eren Atilla, benim için kişisel bir doping. Sanki tanrısal
bir işaret. Ve de: haydi bakalım, iş başına….
info@parlarmedya.com
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder